14 Temmuz 2014 Pazartesi

Bir nakliye aracı olarak bisiklet

Hemen her sabah çıktığım sabah sürüşlerini saymazsak Rüzgar bu aralar bir nakliye aracı olarak görev yapıyor. Sepetine, arka tekerin üzerine, direksiyonun iki koluna, yeri geldiğinde kendi boynuma astıklarımla Hindistan'ın, her yanından bir şeyler sarkan bisiklet rikşalarına benziyorum. Taşınmak zor zanâat!

Hal böyle olunca bisiklet sürme teknikleri üzerine de havada takla atma haricinde artistik epey teknik geliştirmiş durumdayım. Bir kolumla kocaman bir saksıyı kucaklayıp bütün doksan derecelik virajları dönebiliyorum örneğin. Düşmek mi? Henüz böyle bir şey yaşamadım şükür ama Tour de France'ın efsane şampiyonu Lance Armstrong ne demiş: "Bisikletten düşmekten korkuyorsan hiç binme!" Benim yaptığım halini kastetmediği kesin ama şu an aldırmamak daha işime geliyor doğrusu.

Rüzgar, nar ağacının altında dinlencede... En sevdiğim sardunyamı taşımıştı fotoğraftan önce.

Çatı katından bahçe katına inince bir ağaç kavuğunda yaşamaya başlamış gibi hissediyorum kendimi. Dört bir yanımın meyve ağaçlarıyla donanmış oluşuna bakılırsa yanlış da sayılmaz. Onlar evin kadim ve daimi sahipleri. Narı, limonu, portakalı, mandalinası, eriği beni dolu dolu meyveleriyle, daim olmasını dilediğim bir bereketle karşıladılar. Rüzgar, park halinde serin serin konaklamak için sayelerinde her daim bir köşede bulabildiği gölgelerle benden daha bile müteşekkir olabilir kendilerine.

Velhasıl hepimiz yeni yerine, birbirine, rengine, şekline, dokunuşuna alışmaya çalışıyoruz bu ara. Ben iki aydır mütemadiyen taşınıyorum. Bitmeyen garip bir hikaye oldu bu. Son ayağının bu cuma, İstanbul'dan gelecek eşyalarla son bulacak olması tesellim. Ama hayata teşekkürüm sonsuz. Çok istediğim ve ihtiyacım olan bir anda bu ağaç kavuğunu karşıma çıkardığı için. Hızır'a ve İlyas'a, Hıdrellez'in mutlu bereketine, gül dalına ve sabahında dileklerimle birlikte atladığım denize çok şey borçluyum. Hepsi o günden sonra oldu. Bin teşekkür!

2 Temmuz 2014 Çarşamba

İki tekerli tarla faresi

Civar köylerde tarlalarını ekip biçen insanların yaramazlığından şikayetçi oldukları başlıca hayvan domuz. Yuvarlak tosuncuklar ekili sebzeleri yemeyi pek seviyorlar. Tarla sahipleri ortak bir lisan bulabilseler "şu bölüm sizin olsun, bu tarafa dokunmayın diyecekler" ama insanoğlu masallar haricinde hayvanlarla konuşma işini beceremiyor. Hal böyle olunca tarlaların etrafını duvarla çevirmek en tercih edilen yöntem.

Peki insan sıfatındaki bir tarla faresiyle nasıl başedilir? Hem de iki teker üzerinde, önündeki kocaman bisiklet sepeti yetmezmiş gibi bir de arkasına bağladığı kocaman hasır bir sepetle gün aşırı gelen, en çok da kokusuna vurgun olduğu domateslere dadanan bir tarla faresiyle? Neyse ki bu tarla faresi para denen insan icadını biliyor da bir gün bir fare zehiriyle sınanma ihtimalini bertaraf edebiliyor.

Domates tarlasına yaptığım bir dalıştan sonra yanıma kâr kalan bir yumak fesleğen... Sanırım bu fareyi zehirlemek istemiyorlar, seviyorlar:)

Geçen hafta bir de bir kavun tarlası keşfettim ki kavunları mı sepetleyip rakı sofrasına götürmeli, rakı sofrasını mı tarlaya getirmeli henüz karar veremedim. Yani anlaşılacağı üzere bisikletle sadece gezmiyorum, sebze-meyve taşımacılığı da yapıyorum.

Uçsuz bucaksız kavun diyârı...

Bu tarlaların bazıları yakın, bazılarıysa oldukça uzak. Hele biri var ki gidiş dönüş toplam 20 km civarı pedal çeviriyorumdur. Yola çıkmadan önce gözümü korkutacak bir mesafe. Ama bu meret öyle bir meret ki gittikçe gidesi geliyor insanın. Lance Armstrong, Tour de France’ı üçüncü kez kazandıktan sonra boşa dememiş "Beni bisiklet üzerinde tutan rekorlar peşinde koşmak değil, mutluluktur" diye.

Onarılarak şarap evine dönüştürülen eski değirmenlerden birinin üzüm bağları... Hedef noktam sadece sebze-meyve değil, görüldüğü üzre... 

Mutluluğu iki teker üzerinde yakalamış bir tarla faresinin sayıklamalarını dinlediniz.